Sadece zaferde değil, en kötü gününde de yanındayız. Daha nice şampiyonluklara Kara Kartalım!

Haaa haaa...Duvar kağıdımı yenilemek için Google'da arama yaparken bunu buldum. Hem çok matrak hem de daha önceki yazımla uyumlu oldu :p

Boş durmaktansa, insanın kendini oyalayacak çeşitli meşgaleler bulması daha(mı) iyidir...
* Tatile gitmeyi mümkünse denizi güneşi bol bir yere.....
* Güneşin doğuşunu denizde karşılamayı.....
* Kahvaltıda karpuz peynir yemeyi...
* Kulağımda mp3'üm güneşin ılık ılık hücrelerime dolduğunu hissetmeyi...
* Öğlen sıcağında sımsıcak bir uykuya dalmayı...
* Cep telefonunu hiç açmamayı...
* Kitabımı okurken kim ne der diye düşünmeden kahkahalar atmayı...
* İyi ki şu fıs fıslı güneş kremleri var diyerek gülümsemeyi...
* Kumsala gelen köpecikleri sevmeyi hatta onların şezlongumun yanına kıvrılmalarını...
* Akşam biram elimde dalgaların sesini dinlemeyi ...
* Her seferinde gece denize girmeye heves edip daha sonra vazgeçmeyi...

* Uçan kaçan bilumum börtü böcük, yaprak, taş ve kabuğun fotoğrafını çekmeyi...
* Çıplak ayak gezmeyi...
* Odama döndüğümde televizyonda en sevdği filmlerden birinin olduğunu keyifle görmeyi....
* Bazı günler odama bırakılan o güzel çiçeklerin kokusunu duymayı...
* Tek derdimin "Yarın nereyi görmeye gitsem acaba?" olmasını...
*İnsanlara rahatça gülümsemeyi...
* Ruhumun beni yakalaması için durup beklemeyi hem de uzun uzun beklemeyi...

ÇOK AMA ÇOK İSTİYORUM !!!

04:42 | 1 Comments

Şu konjonktür sözcüğünü duymaktan da, televizyonu her açtığımda, alakalı alakasız, iki lafın arasında bu kelimeyi kullanan kişilerden de gına geldi...
Bu adamı seviyorum. Kim ne derse desin...Katıldığı programları izlemekten keyif alıyorum. Türkiye'de uzaylılar, UFO'lar denince akla gelen ilk isim... Geçen akşam Saba Tümer'deydi ve yine ilginç şeyler anlattı.

UFOlar var mı yok mu bilmiyorum ama evrende yalnız olmadığımıza inanıyorum. Milyarlarca yıldızın, galaksinin olduğu bir kozmozda sadece bizim yaşadığımıza inanmak bence fazlaca iyimserlik olur.

UFO gören çok kişi var. Ben onlardan biri değilim, çok istesem de henüz böyle bir deneyim yaşamadım. Bu konuda pek çok görüntü izledim. Garip ama insanın kafası karışıyor bu bir gerçek. Özellikle konuyla ilgili açıklama yapan üst düzey askeri pilotlar ilgimi çok çekiyor. Hatta o programa da birisi bağlandı ve yaşadıklarını anlattı. Henüz böyle bir teknolojinin dümyada olmadığından falan bahsetti. İnanmayanlar ise UFOların Amerika'nın radara yakalanmayan casus uçaklarının gelişmiş versiyonları olduğunu savunuyorlar. Bu konuda bilgi verilmemesi, hiçbir açıklama yapılmamasının altında da bu yatıyormuş


Amerika'da (Nevada'ydı sanırım) uzaylılar üzerinde deneyler yapıldığı haberleri dolaşıyordu bir aralar ortalıkta. Mesela buna inanmak daha zor geliyor bana. Böyle birşeyin bunca sene gizli tutulması mümkün olabilir mi?

Bir de şu var: Gelen uzaylılar (Haktan Akdoğan uzaylılar demeyin dünya dışı varlıklar deyin çünkü biz de uzaylıyız diyor ama bunu yazmak daha kolay) neden hiçbir şekilde kontak kurmuyorlar ve kendilerini gösterip gidiyorlar? Amaç ne? Bizi korkutmak mı? Tamam tabii ki Kurtuluş Günü'ndeki gibi dilolarıyla şehrin göbeğine inmesinler ama ne bileyim :p merak ediyoruz doğal olarak... Buna yapılan açıklama da (ki bana pek inandırıcı gelmiyor) bizim algı seviyemizin onlarla iletişim kurmaya henüz hazır olmamasıymış. Sanırım hazır olmamız çok uzun sürebilir.

Her neyse, dünya dışı yaşamlara inanıyorum, UFO'larla ilgili şüphelerim var, çipler kaçırılma olayları ise biraz ütopik geliyor ama gerçekleri bilemeyiz tabii. Önyargılı olmamak lazım.

Çok istememe rağmen malesef çalışıyor olmamadan dolayı bu kongreye gidemeyeceğim. 13-14 Haziran'da İstanbul'da yapılacak. (Bilgi için fotoğrafa tıklayın) Eğer bu konulara ilgi duyuyorsanız bir göz atmanızda fayda var.


2 senedir (belki de daha uzun) süredir ısrarla ve şevkle İspanyolca öğrenme çalışmalarıma devam ediyorum. Yanımdan hiç ayırmadığım not defterimle , yolda, evde, otobüste bulabildiğim heryerde...


İspanyolca öğrenmek isteyenlerin İstanbul^da tek adresleri var Cervantes Enstitüsü. Burası aynı zamanda İspanyol Kültür Derneği. Fiyatları da oldukça tuzlu. Toplam 4 kur var ve herbir kur 6 ay sürüyor sanırım. Fiyatlar da milyarı buluyor -görüldüğü üzere yeni liraya alışamadım hala eski şekilde kullanmaya devam :(

Bunun dışında İspanyolca öğrenmek isterseniz 2 seçeneğiniz var: Kitaplar ve internet. Kitaplar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ama internette bu konuda inanılmaz kaynaklar bulabilirsiniz. Özellikle İngilizce bilenler için her seviyede dersler bulunabilir. Gramerin yanında mp3 ünüzde rahatça dinleyebilmeniz için ses dosyaları da var. Benim mp3 ümde kayıtlı ve sürekli dinliyorum. Gerçekten bir süre sonra aksana daha kolay alışıp kelimeleri ayırt eteye başlıyorsunuz. Tavsiye ederim.

Bir de size tavsiyem bol bol İspanyolca şarkı dinlemeniz. Hatta sözlerini de bulun ve aynı anda hem dinleyin hem okuyun. Zamanla şarkılardaki bazı kelimeleri sözlerine bakmadan da anlayabiliyorsunuz.

Bu konuyla ilgili bir anımı da paylaşmadan geçemeyeceğim. Sultanahmet Köftecisi'nden otururken yan masamıza İspanyol bir topluluk oturdu. Çok sevindim tabii, içimden pratik yapma zamanı diye düşünüyorum.Bunlar bir konuşmaya başladılar bırakın anlamayı, kelimeleri takip bile edemedim. Tabii moralım yerle bir....O kadar hızlı konuşuyorlar ki bir ara İspanyolca olduğundan dahi kuşku etmedim değil :p

Bu benim moralimi bozsa da şevkimi kırmadı. İspanyolca'ya devam ta ki rahatlıkla sohbet edercek düzeye gelene kadar. Bu arada bu dile çok kolay çok kolay diyorlar. Tamam Çince gibi değil ama o kadar kolay da sayılmaz. 16 ayrı zaman çekiminin olduğu bir dilden bahsediyoruz ve bazılarının Türkçe karşılıkları da yok.

Tüm dünyada tartşılan "Melekler ve Şeytanlar"ı izleme fırsatı buldum hafta sonu...Da Vinci'de de aynı şeyi düşünmüştüm; ben Tom Hanks'i bı karaktere yakıştıramadım bir türlü. Ne bileyim mesela bir Nicholas Cage çok daha iyi olurdu diye düşünüyorum. İyi bir oyuncu ama aksiyon filmerinde görmeye pek alışık olmadığımdan dolayı böyle düşünüyor olabilirim...

Bir kitabı sinemaya uyarlamak çok zor bir iş olmalı. Ama ben "Melekler ve Şeytanlar"da bunu çok fazla hissettmedim. Gerek mekanlar gerekse aksiyon dozu beni yeterince etkiledi. Büyük bir keyifle izledim filmi.

Kitabı beğendiyseniz filmden de keyif alacağınız düşünüyorum. Şimdiden iyi seyirler...

01:15 | 0 Comments


04:53 | 0 Comments

Gitme isteği çoktan sarmış beni.
Artık geriye dönüş yok...

Haydi canım, bizi o kadar da küçümsemeyin...
Maç izlemek için toplanıldığında yapılan klasik geyiklerden biridir. Ortamdaki kızlarla dalga geçmek için ona ofsaytın ne olduğu sorulur ve anlatması istenir. Kız başlar "Eeee, ceza sahasında...bir adam...top gelince...adam öne çıkmazda..yani...hımmm" vs vs vs
...

Valla açık söylemek gerekirse benim çevremde ofsaytın ne olduğunu bilmeyen kadın pek az. Maç esnasında anlaması biraz zor bunu kabul ediyorum ama ofsaytı anında anlayabilen erkek sayısı da buna parelel zaten (Hakemler bile bazen anlaşamıyorlarken...)Düzgün bir şekilde anlatıldığında anlaşılmayacak bir şey de değil.


Tabii ki istisnalar kaideyi bozmaz ama bunun altında pek çok kadının da "Cıkkk anlamadım..." diyerek erkek arkadaşlarının ilgisine biraz daha uzun süreli nail olma amacını sürdürdüklerini düşünüyorum. Yoksa sanmayın biz kendi aramızda da bu kadar pamuk ve mıy mıyız.
O sadece sizin şerefinize...
...
Bu arada tüm BEŞİKTAŞLILARI kutluyorum...Nice galibiyetlere
Bayılıyorum bu filme...Bana göre Cem Yılmaz'ın en komik ve en güzel filmi...Mazhar Alanson çatlak baba rolünde muhteşem, Özlem Tekin son derece inandırıcı oynuyor. Senaryo çok güzel, hem gülüyor hem hüzünlendiriyor.

Kim ne derse desin Cem Yılmaz bu ülkenin en başarılı komedyenlerinden biridir (hatta en iyisidir). Ah bir de şu bizim, birbirimizi paçalarımızdan çekme alışkanlığımız, başarılı insanlara burun kıvırma huyumuz olmasa...Daha ne başarılı insanlar çıkacak aramızdan kimbilir !

Beşiktaş-Galatasaray derbisine 1 saatten az bir süre kaldı. Ben bir Beşiktaşlı olarak Kara Kartalıma başarılar diliyorum.

İyi olan kazansın...


Bugün Monaco Grand Prix'si koşuldu. Ben de iyi bir Formula izleyicisi olduğum için öğleden sonra televizyonumun karşısına kuruldu. Bilumum atıştırmalık ve içeceğimle beklemeye başladım.


Bu yarış için Formula'nın mücevheri tanımlaması yapılsa da Monaco Grand Prix'si benim izlemekten çok da keyif aldığım bir yarış değil. Sokak yarışı olması görsel bir zenginlik katsa da pist yarışlarının keyfini vermiyor. Herşeyden önce atak yapma olanağı çok çok az ve start sonrasında üç aşağı beş yukarı yarışın sonucu belli oluyor.

Brawn GP takımı yine (çok da sürpriz olmayan) bir galibiyere imza attı. Bu yılın en başarılı ismi Button takım arkadaşı Barichello'yla ilk iki sırayı aldı. Ferrari ise nihayet podyum gördü ve Tifosileri biraz olsun mutlu etti.

Şimdi sırada İstanbul Grand Prix'si var. Sabırsızlıkla bekliyorum ve Monaco'dan daha heyecanlı bir yarış olmasını (şimdiden) ümit ediyorum:P

Ülke tv'nin en güzel programı "Meksika Sınırı"...Bomboş, size hiçbirşey vermeyen onlarca programın arasında elmas gibi parlıyor. Sunucuları Tarik Tufan, İsmail Kılıçarslan ve Selahattin Yusuf sizi öyle güzel bir yolculuğa çıkarıyorlar ki saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile...

Çoğu görüşleri benimkilerle taban tabana zıt olsa da bilgileri,birikimleri ve her daim dozunda yaptıkları eleştirileriyle bu 3 genç adamın programlarını kaçırmadan takip ediyorum. Bence televizyonculuk adına harika bir iş yapıyorlar ve onlar için bu bir amaç olmasa da çok daha fazla kişi tarafından tanınmaları gerektiğini düşünüyorum.

Bir insan ne kadar doluysa o kadar başı eğiktir derler ya iştebu söz tam da onlar için söylenmiş. Bu kadar bilgili, bu kadar donanımlı insanların aynı zamanda bu kadar mütevazi olması ancak böyle açıklanabilir sanırım.

Bu haftaki programın konularından biri de Albert Camus'ydü. Ben dehşetle o ana kadar hiç Camus okumadığı farkettim ve anlattıkları o kadar ilgimi çekti ki gecenin o saatinde internete girdim ve Camus hakkında araştırma yaptım. 2 kitabını da indirdim. "Yabancı" kitabın hemen okumaya başladım bile.

Bu arada faydalı bir site de keşfettim. Het tür pdf ve doc dosyasını buradan araştırabilir ve indirebilirsiniz: http://www.pdf-search-engine.com/

Bir kitaptan daha bahsettiler adı "Tatar Çölü"...Onlar tartışırken bu kitabı okumamış olmaktan dolayı o kadar üzüldüm ki...En kısa zamanda bulup okumam lazım ancak dediklerine göre bulunması oldukça zormuş...

Eğer şimdiye dek izlemediyseniz ne yapın edin bu programa bir göz atın. Ne düşündüğünüz, hangi görüşü benimsediğiniz hiç önemli değil çünkü onları izlerken aslında önemli olanın "farklı olmak" değil "farklılığı paylaşma tarzı" olduğunu göreceksiniz.
Tanrı bana uğramadı bu gece
Süt dökmüş kedilerle sarmaş dolaş uyudum
Bir ara terk etmiş gibiydim bedenimi
Çengilerle, çalgılarla yalanlarla dolanlarla
Çok kalabalık dünya
Korkuyorum, ukala yastıklara gömüyorum yüzünü
Kapılara kilitliyorum
Perdeleri balmumuyla yapıştırıyorum sokağa
Yine de yer kalmıyor bana
Çok kaba bu dünya
Ben solak bir peygamberim
Tersinden okuyorum bildiğim duaları

Altay ÖKTEM
Nihayet bitirdim...

Sonunda dayanamadım ve ağladım, sizi de şimdiden uyarayım.
Amerika'daki Iowa Halk Kütüphanesi'nde yaşayan tatlı mı tatlı bir kediciğin öyküsü bu. Minicik bir bebekken kütüphanenin kapısına bırakılıyor. Kütüphane gürevlileri onu nereye vereceklerini bilemediklerinden geçici bir süre için orada kalmasına izin veriyorlar. Zaman içinde Dewey o kadar seviliyor ki ünü, önce eyalet sınırlarını sonra ülke sınırlarını aşıp tüm dünyaya yayılıyor.
İşte kitap Dewey'in o kütüphanede başından geçenleri (bir kedinin başından ne geçebilir ki demeyin şaşırtabilir sizi)anlatıyor.

Siz de benim gibi bir kedi delisiyseniz kesinlikle okumanız gereken bir kitap. Eminim çok keyif alacak ve bitirdiğinizde son sayfayı çevirmemek için çok uğraşacaksınız...

Tam alışmıştık ki güneşli havalara yine geri geldi bulutlar. Çık canım sıkılıyor...Güneşi seviyorum herkes gibi. Sabah yüzüme vurduğunda bile çok mutlu oluyorum. Keyifle hazırlanıp şarkı söyleyerek çıkıyorum evden (ki acayip ters olurum sabahları) Şanslı azınlıktanım çünkü evime yürüyerek gidiyorum bazen yanıma fotoğraf makinemi alıyorum ve Fotoğraf çeke çeke geliyorum.
Ama bu aralar uyanmak bile istemiyorum. Ne ne giyeceğini bilebiliyorsun ne canım birşey yapmak istiyor. Ne bileyim tuhaf bir melankoli halleri çöktü üzerime.
Gelsin artık yaz çok bekletmeden bizi....

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı T.Roosevelt'in 23 Nisan 1910 tarihinde Sorbonne Üniversitesi'nde yaptığı konuşmadan bir bölüm:

"Eleştirenlerin kesinlikle hiçbir değeri yoktur. Onların yaptığı güçlüler bir hata yaptığında parmağını ona doğru sallamaktan başka birşey değildir.

Gerçek prestij arenada, yüzleri toprak, ter ve kanla kaplanmış bir halde cesurca dövüşenlerindir.

Gerçek prestij hata yapan, başarısızlığa uğrayan ama buna rağmen ufak adımlarla işleri yeni baştan yoluna koyanlardır. Çünkü hatasız emek yoktur. Bu insanlar büyük coşkuyu, derinden bağlılığı bilir ve tüm enerjilerini buna değecek şeyler için harcar. Onlar gerçek insanlardır, en iyi koşullarda zafer ve fethi tanıyan, en kötü koşullarda düşen ama düşerken bile büyük olan insanlar. Çünkü hayatlarını cesaretle yaşamış ve ne zaferi ne de yenilgiyi asla tatmayacak olan dar kafalı ruhların üzerinden yürümüşlerdir."

Hoşuma giden bir yazıydı sizinle paylaşmak istedim...


Her sabah uyanır uyanmaz yaptığım ilk iş mp3'ümü kulağıma takmak. Çünkü önce Nihat Sırdar sonra Güçlü Mete ve Candaş Tolga Işık'ın programları var. Onları dinlemeden güne başlarsam eğer mutlaka bir eksiklik hissediyorum.

Çok zekiler, çok keyifliler, çok muhalifler...Her üçünün de bakış açılarına inanılmaz hayranım herşeyden önce. Günlük olayları o kadar ince eleştirilerle bezeyerek bize aktarıyorlar ki en olumsuz haberler de dahi yüzünüzde bir gülümseme beliriveriyor.

Onlar Türkiye'nin (sayıları giderek azalan) düşünen beyinleri...Susturulma çabalarına karşın hala ayaktalar ve misyonlarını canla başla sürdürmeye gayret ediyorlar. Umarım hiç susmazlar ve bizim sesimiz olmaya devam ederler.

İyi ki varsınız...

Büyük bir hayran sayılmam ama Coldplay'i keyifle dinliyorum. Özellikle "Trouble" dinle dinle doyamadığım bir şarkı.

Tüm bu dijital karmaşanın içinde Coldplay o kadar güzel bir iş yaptı ki...Son albümlerini internette yayınladılar. (Radiohead'de böyle birşey yapmıştı galiba ama emin değilim) Grubun sitesine girerek indirebiliyorsunuz. Harika değil mi?

Son albümleri "Left Right Left Right"ı indirmek için tıklayın
Şimdiden keyifli dinlemeler...
Oogghhhhrrrr......Günlerdir kendime azap çektiriyorum. Kendimle inatlaşıyorum bakalım nereye kadar?

Bende inanılmaz bir dişçifobia var. Küçükken dişçi mi korkutmuş bilmem ama randevu alırken bile elim titremeye başlıyor. Gitmemek için sürekli bahaneler buluyorum ve işin kötüsü bunlara da inanıyorum. Dişçilerin en sevmediği hastalardan olan "son radde" hastalarına en iyi örneklerden de biriyim. Çünkü son aşamaya kadar gitmeyi reddediyorum.

Bir gün hatırlıyorum dişçime şöyle demiştim "O kocaman iğneyi ağzıma sokana kadar bir yumruk atsanız da tümden bayılsam?" Dişçimde çok gülmüştü halbuki ben espri falan yapmamıştım. Bir de işin ilginci bana kendimi çok kastığımı bu yüzden uyuşmadığımı söylemişti. Doğruluk payı ne kadar bilemiyorum ama uyuşmadığım kesin :O

Bu konuyu şimdi kaleme alma sebebim ise yine bana dişçi yolları gözüküyor. Gitmeden 1 hafta önce başlayacak uykusuz gecelerime sakinleştiricileri katık edeceğim artık ne yapalım?

Hayır bi de neye kızıyorum dişlerini haftada bir fırçalayanlardan da değilim. Bu korkum yüzünden o kadar dikkat ediyorum ki ama nafile. O metrelerce bitirdiğim diş ipleri, renklerine kandığım antibakteriyel suların hepsi yalanmış... yalan...


Seven olabilir mi zaten? İşin olduğu için ofise gelmek değil benim bahsettiğim. Cumartesinin iş günü olarak kabul edilmesinden nefret ediyorum. Cumartesi günleri gezmek, arkadaşlarla takılmak, sinemaya gitmek içindir ofiste kapalı kalıp pencereden her bakışında iç çekmek için değil.
Öyle olunca geriye kalan tek gün ne dışarı çıkasım geliyor ne de başka birşey yapasım. Sadece yok evi temizle, yok çamaşırları at, kuaför işini hallet vs vs bitti gitti...Dinlemek için yine vakit kalmadı birak ki gezip tozmayı.
Velhasıl senelerdir iş hayatındayım ama şimdiye kadar cumartesileri tatil olan hiç işim olmadı. Öyle insanlara da feci şekilde imreniyorum haberleri olsun
Bu moda beni son derece rahasız ediyor. Hangi moda mı? "Ben çocuğuma katiyen televizyon izletmiyorum" "Benim çocuğum asla hamburger yemiyor" modası...

Ne kadar acımasız ve bencilce. Çocuğunuzu korumak istemeniz anlaşılabilir birşey ama onu steril bir ortamda büyütmeniz nerdeyse imkansız!

Hatırlar mısınız bilmem Madonna Guy Ritchie'den boşanırken böyle bir liste yapmıştı. Buna göre çocuklar asla televizyon izlemeyecek ve sadece sebze yemeklerinden oluşan özel bir menüyle beslenecekti. Bunu okuyunca içimden "Aman Tanrım asla o çocukların yerinde olmak istemezdim" diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Vur deyince öldürmek yerine herşeyi dozunda yapmak daha doğru olmaz mı? Çocukların hiç tv izlememesinden ziyade kendisine uygun (az da olsa) programları izlemesi daha güzel değil mi? Bir çocuğun dış ortamdan bağımsız bir bitki gibi büyümesini nasıl beklersiniz ki? Bazen bazı anneler bu işi o kadar abartıyorlar ve çocuklarınaöyle izole bir hayat oluşturuyorlar ki, kimi zaman onların astım hastası olmalarına bile sebep olabiliyorlar ( Bir makalede okumuştum)

Herşeyin azı karar çoğu zarar. Ne kadar onu korumaya çalışsak da tabii ki hamburger yiyecek, bacağını kanatacak, dayak yiyecek ya da ne bileyim ağaca tırmanıp erikleri çalacak arkadaşlarıyla. Tüm bunları yaşamadığınız bir çocukluk hayali kursanıza. Ne kadar sıkıcı değil mi? O yüzden sokakta bazen eli çenesinde, pencereden dışarıyı izleyen çocukları görünce üzülüyorum. Onların dışardakiler gibi anıları hiç olmayacak çünkü...

Evet itiraf ediyorum alışveriş yapmayı hiç sevmiyorum. Beni tanıyan herkes de bunu gayet iyi bilir. Hiçbirzaman kızarkadaşlarımın beni arayıp "Hadi Kotanjant alışverişe gidiyoruz" dediğini bilmem. Ha kazara onlara katıldıysam günlerini kolaylıkla berbat edebilirim.

Herşeyden önce birşey almayacaksam mağazalara girip ıvır zıvır bir sürü şey giyip çıkarmayı sev-mi-yo-rum. Sadece keyif olsun yada günümü doldurmak için vitrinlere bakmaktan haz etmiyorum. Eğer birşey alacaksan önceden planladığım 1-2 mağazaya girip hemen almak taraftarıyım. Bi defa giyip çıkarmaktan nefret ediyorum bundan nasıl keyif alınır anlamam zor

Pek çok kadın ayakkabılara deli olur. Ben spor ya da yüksek topuklu farketmez ayakkabıları seviyorum ama öyle 50 çift ayakkabım olsun diye delirenlerden değilim. Az olsun ama öz olsun anlayışıyla hareket ederim. Taşlı, tokalı, kalın tabanlı, parmak arası offfffffffffffffffff çok yorucu çooookkkk...
Bugün fazla mı açım nedir yiyecek içecekler ilgili yazmak geliyor içimden. Söylemesi ayıptır (bu lafa da çok gülerim ya) öğlen simit ve çay keyfi yaptım. Bu ülkenin en güzel simgelerinden biri simit yanında da mis gibi taze demlenmiş çay, peynir olursa bi de o da olur kaymakta kadayıf... Nasıl keyif aldım anlatamam uzun zamandır çıtır çıtır simit yememiştim.

Bilirsiniz pastane simiti simit sayılmaz. Gerçek simit, sokaktaki camekanlı amcalardan alınır hatta alınırken amcayla da biraz laflanır. Israr üzerine kimi zaman yanına karper peynir (üçgen peynir daha bi sıcak daha bi samimi gelir bana) katılır ve koşa koşa eve/ofise gelinir. Koparılırken masaya simitin susamları dökülür, bunlar parmakla bastırılmak suretiyle toplanıp tabağa geri konur. Ve bu toplama işlemini kişi, çok zaman farkında bile olmadan tamamlar. Çünkü bu bizim genlerimizde vardır, dantel gibi işlenmiştir DNA'larımıza.

Yurtdışında yaşayan arkadaşımın telefonda söylediği gibi "İnce belli bardakta çay yanında çıtır simit nasıl burnumda tütüyor bir bilsen. Ne kadar başkaymış tadı şimdi anladım"

Eh, ben de tüm özleyenler adına tadını çıkardım bugün:P

Sayılarla aram felaket. Öyle böyle değil, gerçekten felaket...Nefret ediyorum hesap makinesi kullanmaktan, excelle hesaplama yapmaktan, istatistik oluştturmak ve türevlerinden. İşin komik yanı ben lisede matematik bölümünde okudum. Tabii ki isteyerek seçmedim, aslında edebiyat bölümünü tercih etmek istiyordum ancak bana yer kalmayınca itekliyiverdiler benm gibi matenatikten zerre kadar anlamayan birini "matematik" bölümüne...

Allahım o 3 sene nasıl geçti bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum. Tabii ki bol bol kopya hayatımı kurtardı (kopyaya asla karşı değilim karşı olduğum sineklerin boşaltım sistemini ezberlemek zorunda kalmak) Ama üniversitede sözel bir bölümde okudum ve o güzelim senelerim sinüs cosinüs tanjant kotanjantların arasında heba olup gitti.

Hala rakamları sevmiyorum, sevemedim ve sanırım sevemeyeceğim...
Çok sık alkol alan biri değilim ama dışarı çıktığımda ortam keyifliyse hele de kafa dengi arkadaşlarımlaysam alkol ortamın tuzu biberi...Hiçbir zaman tatlı içki sevmedim. Malibu, likör vs hiçbir zaman tercihim olmadı. (Ben çayımı da şekersiz içerim bu arada)Daha çok viski, cin severim. Ancak eğlencenin, keyfin içkisi bira başkadır. Onun için orta sınıfın şampanyası denir ki bence şampanyayı sollar geçer o ayrı bir tartışma konusu.

Neyse benim bira da tercihim daima dark olagelmiştir. Damağımda bıraktığı o kekremsi tadı seviyorum. Corona, Miller falan filan Efes'in yeri bambaşkadır kalbimde...

Bir süre önce ilginç bir makale okudum. İngiltere'de yapılan bir araştırmada insanların sarhoş olma süreçlerini izleyip bir istatistik oluşturmuşlar. Kadının erkekten (istisnalar her zaman vardır) daha kolay sarhoi olduğu gerçeği yeni yanında yeni bir açıklama daha yapmışlar. Buna göre vücudunuzda yağ oranı ne kadar fazlaysa o kadar kolay sarhoş oluyormuşsunuz. Yağ alkolün beyne iletilmesini çabuklaştırıyormuş.

Aslında mantık olarak tem tersi gibi gözükse de bilimadamlarının yalancısıyım.


Benim gibi çocukluğunu 80'lerde yaşamışların hayatını etkilemiş dizilerden biridir "Fame".
Dün televizyonda görünce çok sevindim ve oturup izledim. Ne kadar tanıdık geldi hepsi. Bazen aramızda konuşuruz ya "Ahhh o günler" diye, evet o günler gerçekten başkaymış.

İzlerken ben de onlardan biri oluvermişim meğer. Seçmelere katılmış, dans provalarına geç kalmış, okulda yeşeriveren aşkların en baş izlyicisi olmuşum...O yüzden izlerken hissettiğim o nostaljiyle karışık, tanıdığınız insanların yanında hissettiğiniz o rahatlık duygusu, yüzüme bir gülümseme yerleştirmiş farkında olmadan.

Evet, herşeyi hatırlıyorum:
Ben de voltranların başı olmak içim arkadaşlarımla tartıştım, ben de çiçek kız olup anında giysilerimi değiştirmenin hayalini kurdum, Katherine Chancellor'ın uzun tırnaklarından korktum, Top Gun'ı izledikten sonra bağıra bağıra "Teyk ma breweyyyyyy"i söyledim, fosforlu askı taktım saçımı dolma yaptım. O kadar çok şey var ki şimdi gülümseyerek hatırladığım...

İyi ki 80'lerde çocuk olmuşum. İyi ki...


Dün akşam ne zamandır izlemeyi planlayıp nedense elimin bir türlü gitmediği bir filmi izledim: "Burn After Reading"

Sanırım bunda, filmi izleyen ve sıkıcı bulan arkadaşlarımın etkisi var. Ben de bu fikirle izlemeye başladım. Fili izlerken bir yandan da spor yapıyordum. İlk yarım saatten sonra film beni öylesine sardı ki sporu bırakıp televizyonun karşısına oturdum.

Öncelikle oyuncular muhteşem. George Clooney, John Malkovich, Tilda Swanton, Frances McDormand, Brad Pitt...Bunun dışında oldukça ilginç ve eğlenceli bir konusu var. Bu kadar başarılı oyunculuklar karşısında film izliyor değil sokak sakinlerini gözetliyor duygusuna kapılmamanız işten bile değil.


Özellikle John Malkovich ve Frances McDormand harika oynuyorlar. Brad Pitt şimdiye kadar oynadığı rollerin dışında son derece saf bir tipi oynuyor ve gayet de inandırıcı oynuyor. George Clooney ne yaparsa yapsın kadınların yakışıklısı tanımlamasını aşamıyor, yine çok yakışıklı :P

Buradan da anlayacağımız gibi film zevki son derece kişiye özel birşey. İzlemek istediğiniz filmlere için kimsenin etkisi altında kalmadan önyargısız gitmek bence en iyisi...

...
Kabarık, kolay şekle girmeyen, inatçı (kime benzemiş!) saçlarım var. Belli bir karakteri de yok. Ne düz ne kıvırcık...Dalgalı ama iri dalgalı. Aslında şekil vermek için çok uzun zaman harcamama gerek yok ama sorun şu ki herşey tamam dedikten 10 dakika sonra hoooppp saçlarım eski haline dönmüş. Fön çektirmek bir çözüm olamadı benim için ne yazık ki çünkü dayanma süresi haliyle çok uzun değil!
..
İşte benim kurtuluşu bulduğum adam: John Frieda
...
Amerika'da bilinen ve alanında pek çok ödül almış bir marka bu. Her cins saç için ürünleri de var. Ülkemizde henüz yeni ama deneyenlerin tutkunu olduğu bir gerçek. Pek çok marka şampuan, krem ya da bakım ürünü kullandım ama bunun gibisi yok. Saçınız ağırlaştırmadan o kadar güzel şekil veriyor ki sadece tarayıp dışarı çıkabiliyorum. Emin olun bu konuda oldukça tecrübeli sayılırım ve size bu seriyi kesinlikle ve kesinlikle tavsiye ediyorum.
Siz de benim gibi misiniz? Bazen bir şarkıya takılı kalırım ve defalarca onu dinlerim. Kabul ediyorum biraz paranoyakça birşey (muhtemel biliçaltı yorumlamaları 'Freud analyze this' türünden) ama arka arkaya 20 den fazla dinlediğim şarkılar olmuştur. (Bakınız : Angels and Devils-Dishwalla, The Roulette-SOAD)

Şu aralar yeni çıkmış bazı albümler mp3'ümde yer tutmaktalar. Bunlardan biri Gülben Ergen'in son albümü...Şimdiye kadar yaptığı parçalardan pek azını sevmişimdir. (Kurşuni unutulmaz) Ergen'in albüm çıkardığını arkadaşımdan öğrendim. Elimizde çaylarımız sıcacık sohbetimizi yaparken fonda Gülben o kadar hoş bir atmosfer yarattı ki bize, ertesi gün canımın bu albümü çektiğini şaşırarak anladım. Çok keyifli, yumuşacık hiçbir tınının kulağınız tımalamadığı güzel bir albüm. Ben severek dinliyorum.


Nil Karaibrahimgil'e hayranlığım ilk albümüyle başladı. Sana kek yaptıııııım diye az bağırarak söylemedik şarkılarını...Hele bir de "Anne benim uçmam gerek, istemiyorum pilav yapmak" nakaratı vardı ki, o zamanlar benim gibi 30'una yaklaşmış bekarların sloganı olmuştu.

Sonraki albümlerini takip edemedim ama bu albümünün çok farklı olduğunu, ve herkesin değişik tatlar alacağını söylediği bir röportajını okuyunca "Eh dinleyelim o zaman" dedim. Dinledim, dinledim, dinledim ama ıhh ıhh. Hiç kendime yakın bulamadım. Bilmiyorum belki şarkılara alışmak için biraz zamana ihtiyaç var (Deniz Seki albümleri böyledir mesela)


Teomansa hiçbir albümünde sevenlerini şaşırtmayanlardan...Dinledikçe kulağınızda , çikolata yedikten sonra damağınızda kalan ve hiç bitmesini istemediğiniz o lezzet gibi yumuşacık bir tat bırakıyor. Albümü ilk dinlediğimde favorim "Ruhun Sarışın"dı. Ahh o piyanolu giriş yok mu! Kaç kez geri alıp dinlediğimi hatılamıyorum bile. Ama zamanla yeni keşiflere yelken açtım. Şimdiki favorim "Uçutmalar" Sözlerini Elif Şafak yazmış. Bir kadını bir kadından iyi kim anlatabilir ki? Eminim dinleyen pek çok kadın "Aaaa evet evet bu benim" demiştir. Ya da en azından ben öyle diyorum.

Yabancı albümler hakkındaki fikirlerimi de sonraki yazılarımda paylaşacağım...
İşte asla yapamadığım birşey: Türk kahvesi...

Aslında çaydan ziyade kahveyi seven biriyim. Özellikle yağmurlu bir günde sıcacık kahvem elimde film izlemek en büyük keyiflerimden biridir. Ama ne yazık ki bu konuda fazla gelişmiş bir damak tadım yok. (sanırım)

Bizim için özel günlerin özel içeceği türk kahvesi benim için sadece misafir geldiğinde annemin keyif alarak hazırladığı bir şey. Dikkat edin annemin diyorum çünkü tarifini binbir farklı yer ve kişiden alsam dahi olmuyor.OL-MU-YOR!!

Galiba birşeyi güzel yabilmeniz için severek de yapmanız gerekiyor. Bu teori de benim neden yeteneksiz bir tür kavecisi olduğumu anlatıyor.

Hımm bir de kahvenin yanında yenilen ufacık tefecik içi dolu turşucuklar var ki ben pek çoğundan hazzetmiyorum. Örnek lokum, örnek badem ya da kurabiye....Nasıl yani diyebilirsiniz ama öyle...Ne yapayım ben böyleyim

About

.